Bir ülke düşünün. Büyük bir dünya savaşının enkazından çıkalı henüz 20 yıl olmuş ve bu enkazdan, küllerinden doğan Anka Kuşu misali bir cumhuriyet devleti olarak yeniden doğmuş. Şimdi yeni bir dünya savaşı kapıda ve bu savaşa girmemek için dışarıda türlü diplomatik oyunlar oynarken içeride de gelişimini sürdürmekten geri durmuyor. Bunun enen iyi yolunun eğitimden geçtiğini bilen idarecileri dünyada örneği olmayan bir eğitim sistemi kurmuşlar. Amaç hem köy çocuklarını okutup meslek sahibi yapmak, hem de köyleri kalkındırmak.
Bu okullarda öğrencilerin her türlü ihtiyacı devlet tarafından karşılanıyor. Çocuklar her çivisini kendilerinin çaktığı, duvarlarını ördüğü, kerestelerini taşıdığı okullarda öğrenim görüyorlar. Yattıkları karyolaları bile kendileri yapıyor, perdelerini kendileri dikiyorlar. Çatı makaslarını yerleştirirken Pisagor teorisini öğreniyorlar.
Her sabah horon teperek başlıyorlar güne. Mandolin çalıyorlar, Hamlet oynuyorlar, hayvancıktan dikişe, aşçılıktan tarıma her şeyi öğreniyorlar. Kendi yetiştirdikleri sebze meyvelerle, besledikleri tavukların yumurtalarıyla kendi yemeklerini kendileri yapıyorlar.
Arenaları var. Burada her hafta toplanıp hem arkadaşlarını hem öğretmen ve idarecileri rahatça eleştiriyorlar.
Kendi kendine yetmeyi öğreniyorlar kısacası. Ve erdemli olmayı. Özgür, özsaygısı, özgüveni yüksek, umut dolu, aydınlık gençler olarak yetişiyorlar bu okullarda. İnsana, hayvana, doğaya saygıyı öğreniyorlar.
Öğretmen olarak mezun olduklarında köylerine hizmet için geri dönüyorlar. Sadece öğrencilerine değil köylüye de eğitim veriyorlar. Devlet onlara ekip diksin diye toprak da veriyor.
Bu enstitülerden birinde yetişmiş çağdaş, medeni, ilkeli bir öğretmen karı koca ,sevgi dolu bir babaanne ve dede düşünün. Yıllar önce kendilerinden koparılmış torunlarına nasıl bir miras bırakır, ona kendilerini nasıl anlatırlardı?
Ya bu torun terk edilmişlik duygusuyla yetişmiş, sevgisiz, kariyerini her şeyin üstünde tutan, hiçbir aidiyet hissi ve bilinci olmayan bir genç kadın olsa, hayattaki tek amacı New York’ta çalıştığı hukuk firmasının ortağı ve Manhattan’da bir çatı katının sahibi olmak olsa kendisine anlatılmak istenenleri ne kadar anlardı?
Bige Güven Kızılay, pek çok yeni yazarımız gibi hak ettiği yeri bulamadığını düşündüğüm yazarlarımızdan. Romanlarının sağlam kurgusu, sade dili, sürükleyici hikâyesi akıcı anlatımı ile okuyucularının gönlüne girmeyi çoktan başardı bile.
Emanet adlı romanında bir taraftan köy enstitülerinin okuyucusunu köy enstitülerinin koridorlarında gezdirirken diğer taraftan da büyülü bir aşk hikâyesini anlatıyor.
Bir yere, bir ülkeye, bir gruba ait olmanın önemini, saygıyı, dayanışmayı, sevginin gücünü, aşkın vuruculuğunu hatırlatıyor. Manevi değerlerin maddiyatın ne kadar üzerinde olduğunu haykırıyor okuyucunun yüzüne.
Geçmişinde büyük yaralar olan iki insanın birbirlerinin yaralarını sarmasını ve yanlarında yer alan, onlara omuz veren güzel insanların da bu iyileşmeye katkısını anlatıyor.
Vatan sevgisinin sadece toprağı sevmek değil, insanıyla, âdetiyle, geleneğiyle, doğrusu ve yanlışıyla ülkesini her şeyiyle sevmek olduğunu vurguluyor.
Bu güzel romanı bir solukta okuyup bitireceğinizden ve yazarın diğer kitaplarını da isteyeceğinizden eminim. Şimdiden keyifli okumalar.
GÜNDEM
04 Aralık 2024GÜNDEM
04 Aralık 2024ÇEVRE
04 Aralık 2024EKONOMİ
04 Aralık 2024GÜNDEM
04 Aralık 2024GENEL
04 Aralık 2024GÜNDEM
04 Aralık 2024GENEL
04 Aralık 2024YAZARLAR
04 Aralık 2024ÇEVRE
04 Aralık 2024Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.